Şu Destanı Özet

Şu Destanı... Halk edebiyatı... Destanlar... Türk destanları... Efsane... Türk edebiyatında destan... Detaylar Butik Kitap...

02 Aug 2022 Genel 520

Şu Destanı

Saka Türklerinin destanı olan Şu destanı Kaşgarlı Mahmut’un Divanü Lugati’t-Türk isimli yapıtında yer alır. İskender’in/Zülkarneyn’in İran seferini anlatır. M.Ö. IV. asra dayanır. Arapların Zülkarneyn adını verdikleri İskender, Semerkand’ı geçip de Türk yurduna yöneldiğinde Türklerin başında genç ve güçlü hükümdar Şu vardı. Balasagun yakınındaki Şu Kalesi’ni bu hakan yaptırmıştı. O zaman bu hükümdara “İskender yaklaştı. Ne emredersin? Onunla savaşalım mı? Bize buyruğun nedir?” dedi. Daha önce, Hucend Irmağı kıyılarına kırk kumandan gönderen Şu’nun gönlü rahattı. Bu kırk kişi kimseye görünmeden gittiklerinden ordunun bundan haberi yoktu. Bunlar, orada geceleyecek ve İskender’in yaklaştığını haber vereceklerdi.

Hakanın gümüşten bir havuzu vardı. Bu havuzu her yere taşıtır, seferlerde bile yanında bulundururdu. Konakladığı yerlerde içine su doldurur, suya kazlar, ördekler salar, yüzdürürdü. Kendisine “Bize buyruğun nedir, ne yapalım? Savaşalım mı?” denildiği zaman o, bu havuzu göstererek “Şu kazlara, ördeklere bakın! Nasıl suya dalıyorlar.” derdi. Bu söz, orada bulunanların yüreğine ateş düşürdü. Sandılar ki hükümdar savaşmak veya bir yere çekilmek için hazırlıklı değildir. İskender, Hucend suyunu geçince, gönderilen adamlar hızla gelip Şu’ya haber verdiler. Vakit gece yarısıydı. Hükümdar göç davulunu çaldırıp doğuya doğru yürüdü. Önceden hazırlıklı görünmeyen hakanın ansızın yürüyüşü halkı şaşırttı. Halkın içine ürküntü düştü. Binecek hayvan bulanlar kendilerini bu hayvanların sırtına bırakıp hükümdarın arkasından gittiler. Herkes birbirinin hayvanını almıştı. Sabah olunca, ordugâh düz bir ovaya dönmüştü.

O çağlarda Türk illerinde Taraz, İsbicab, Balasagun ve benzeri şehirler kurulmamıştı. Halk çadırlarda yaşardı. Hakan, ordusuyla gidince batıdaki aileleriyle birlikte yirmi iki kişi kalmıştı. Bunlar geceleyin hayvanlarını bulamadıkları için gidememişlerdi. Bunlar Kınık, Salgur ve başkalarıydılar (ki Oğuz boyları bu kalanlardan doğmuştu). Bu yirmi iki kişi yayan gitmek veya oldukları yerde kalmak için düşünürlerken yanlarına iki kişi daha geldi, yirmi dört kişi oldular. Bunlar, ağırlıklarını sırtlarına yüklemişler, aileleriyle birlikte gelmişlerdi. Yük taşımaktan yorulmuş, terlemişlerdi. İlk yirmi iki kişi, yeni gelen iki kişi ile tanıştı. Onlara, dediler ki: “Erler! İskender gelip geçici adamdır. Bir yerde durmaz. Nasıl olsa buradan gider. Biz de yurdumuzda kalırız.” ve o iki kişiye “Durun, kalın, eğlenin!” anlamında şu sözü söylediler: “Kalaç!” Sonra bu iki kişi ile çocukları “Kalaç” diye anıldılar, iki kabile Kalaçların kökü oldu.

İskender geldi. Yirmi iki kişiyi gördü. Baktı ki bunlar uzun saçlı insanlardır, üzerlerinde Türk alametleri var, hiç kimseye sormadan bunlar için: “Türk mânend” (Türk’e benziyor) dedi. Bu söz de o adamlara ad oldu. Yirmi dört kabile olan Türkmenler bu ismi taşıdılar, Türkmen diye anıldılar. Bununla beraber, adı Kalaç olan iki aile, onlardan ayrıldıkları için tam Türkmen sayılmazlar.

Hakan Şu’ya gelince, o, ordusuyla birlikte Çin tarafına geçti. İskender, arkasından yürüdü. Çin’e yani Uygur iline yaklaştıkları zaman Şu, İskender’le vuruşmak için bir bölük asker yolladı. İskender de bir öncü kuvveti göndermişti. Türkler, İskender’in öncülerini, bir gece baskınında bozguna uğrattılar. Bir Türk, bir İskender askerini kılıçla ikiye böldü. Ölü, beline altın dolu bir kemer bağlamıştı. Bu kemer parçalandı. Kana bulanmış altınlar yere döküldü.

Ertesi gün Türkler, kanlı altınları gördüler. Birbirlerine “Altın kan” dediler. Bu sözler, o çevrede bulunan bir dağın adı oldu. Bugün oraya Altun Han deniliyor. Sonra, İskender Türk hakanıyla barıştı. Hatta Uygurlar için şehirler yaptı ve bir zaman kaldıktan sonra geri döndü. O zaman Şu, Balasagun’a gelip şimdi Şu ismiyle anılan şehri yaptırdı. Oraya öyle tılsım koydu ki bugün hâlâ leylekler bu şehre kadar gelir fakat şehri aşıp da daha ileri gidemez.

Kaynak: Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Nihad Sâmi Banarlı